Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Dumlupınar'da Yaptığı Önemli Konuşması
|
Atatürk Nutkunu Okurken... |
Fotoğraf o
gün çekilmiştir. Kaynaklarda yer
alan bilgilere göre bu nutuk Mustafa Kemal ATATÜRK'ün T.B.M.M. kürsüsü
haricinde 30 Ağustos hakkında yaptığı yegâne nutuktur.
Tarih:30 Ağustos 1924
Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın ikinci yıldönümü dolayısıyla:
30 Ağustos 1924'de, Dumlupınar'da Meçhul Asker Âbidesinin esas vaz'ı
merasimi Atatürk'ün huzurları ile yapılmış, merasimde hükûmet ve Ordu
erkânı, askerî kıt'alar ve on binlerce halk hazır bulunmuştu. Erkân-ı
Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşanın (Mareşal Çakmak) Başkumandanlık
Harbi'nin askerî safhalarını anlatan nutkundan sonra, Gazi Mustafa Kemal
kürsüye geçmiştir. Atatürk, zaferin kısa bir hikâyesini yaptıktan sonra
onun siyasî ehemmiyeti ve neticesi üzerinde durmuştur. Bu zafer,
ayaklanan bir milletin ilk hedefi idi. Bundan sonraki hedefler ne
olacaktır? Atatürk onları anlatmış ve sözlerini Türk gençliğini muhatap
yaparak bitirmiştir.
Şimdi Atatürk'ü dinleyelim:
"Efendiler!
Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa verdiği kıymetli açıklamalarla burada
hazır olanlara Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı’nın ve kesin
sonuç veren 30 Ağustos Savaşı’nın oluş şekli hakkında bir fikri
özetlemişlerdir. Beş gün aralıksız geceli gündüzlü süren en büyük Meydan
Savaşı”nın gerçek içeriği bugün verilen açıklamalardan fazla, yarın
tarihin hakemleri tarafından, araştırmacıların inceleme araştırma ve
kararları okunduğu zaman daha açık, daha belirgin bir şekilde
anlaşılacaktır. Beni milletim, Türk milleti, güvenine lâyık görerek bu
hareketlerin başında bulundurdu. Bu görev ve işimin mutlu anısını
duygulanarak sevinçle ve gururla saklıyorum. Görevlerini milletin
vicdanından gelen gerçek ihtiyacına, yalnız onun yüksek fikrine uygun
olarak yapmış olanlara özel bir vicdan rahatlığı ile bugün önünüzde
bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem.
|
Atatürk Dumlupınar'da... |
Efendiler, tıpkı
bugün gibi otuz sekiz yılı Ağustosu’nun otuzuncu günü saat ikide, şimdi
hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz
sırtlarda kahraman on birinci tümenimiz şu karşıki tepelerde savaşa
zorunlu kılınan düşmanın ana kuvvetine taarruz için yayılarak
ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal Köyü alevler ve dumanlar
içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren itici gücün ne olduğunu
anlatmak için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim: 29/30
Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi hareketleri şubesi Müdürü
Tevfik Bey, alışıldığı gibi o saate kadar çeşitli karar merkezlerinden
ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden belirlediği ve
gösterdiği genel durumu cephe komutanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da
hemen Paşa’ya göster emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti.
Karahisar’da Belediye dairesinde bana ayrılan odada yatmaktaydım. Beni
uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım, hemen yataktan
fırladım. Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şuydu ki, ordularımız
düşmanın önemli kuvvetini kuzeyden, güneyden, batıdan kuşatmaya uygun
bir durum almış bulunuyorlardı. Şu halde düşündüğümüz ve en büyük
sonuçları sağlayacağını beklediğimiz durumlar ortaya çıkıyordu. Hemen
Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim; üçümüz toplandık. Durumu bir
daha düşündük ve kesinlikle karar verdik ki, Türk’ün gerçek kurtuluş
güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır. Bu
karara göre ordulara yeni emir yazıldı. (saat 6.30 öncesi) Fakat durum o
kadar önemli, o kadar hız ve şiddet istiyordu ki, bu yazılı emirlerle
yetinmek önlemi uygun olmazdı. Onun için Fevzi Paşa’dan, Altıntaş ve
güneyinden hareket eden ikinci ordumuzun ve bunun daha batısında bulunan
atlı kolordumuzun yanına giderek düşüncemize göre hareketleri
düzenlemesini kendilerinden rica ettim.
Dördüncü kolordusu ile
amaçladığımız düşmanın büyük kısmını güneyden izleyen birinci ordu
merkezine de kendim gidecektim. İsmet Paşa’nın merkezde kalıp genel
durumu yönetmesini uygun gördüm. Fevzi Paşanın kuzeye hareket ederken
ben de otomobil ile tren yolunu izleyerek batıya hareket ettim.
Akçaşar’da birinci ordu merkezine saat 9’dan önce varmıştım. Ordu
komutanına bir taraftan cephenin yazılı emri emanet edilirken, ben de
kendisine sözlü olarak durumu anlattım ve dördüncü kolordunun bütün
tümenleriyle birlikte şiddetle, işte bu köyün, Çal Köyü’nün batısındaki
düşmanın büyük kısmını kuşatacak şekilde savaşa zorlamasını emrettim. Ve
ekledim ki, düşman ordusu mutlaka yok edilecektir. Ordu komutanı benim
yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemâlettin Sami Paşa’yı buldu. Benim
oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu bildirdi. Bir süre bu merkezde
kaldım. Sürekli olarak gelen çeşitli rütbedeki esir subaylarla görüştüm.
Bunlardan biri kurmay subay idi. Zavallı, verdiği bilgiler ışığında
istemeyerek başkomutan görevini alan General Trikopis’in ve İkinci
Kolordu Komutanı General Digenis’in de bizim çevirmek istediğimiz
çemberin içinde bulunduğunu söylemiş oldu. Hemen yanımda bulunan ordu
komutanına: Kemâlettin Paşayı bulunuz, kendisine Trikopis’le beraber
bütün düşman generallerini mutlaka esir etmesini söyleyiniz dedim. Bu
emir hemen telefonla bildirildi. Zavallı esir subay benim bu emrimi
işitir işitmez sunduğum çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi.
Daha fazla bu ordu merkezinde kalamazdım. Savaş durumunu gözümle görmek
benim için karşı konulmaz bir ihtiyaç oldu. Ordu komutanını da yanıma
alarak Dördüncü Kolordu Komutanının bulunduğu şu yöndeki bir tepeye
geldik. (Arpalık civarında).
|
Atatürk Dumlupınar'da... |
Çal Köyü batısında ve kuzeyinde
patlayan topların gürültülerini işitiyordum. Oradan durumu dürbün ile
gözlemeye uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine
gitmek için kesin bir zorunluluk ve ihtiyaç duyuyordum ve bu noktayı,
şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek gereklidir
ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık bu tepeye gelen yola
girdik. Ara sıra yolumuzun soluna düşman mermileri düşüyordu. Dördüncü
Kolordu’nun tümenleri doğudan batıya yolumuzu katederek hızlı adımlarla
ilerliyorlardı. Biraz önce dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış
bulunuyorduk. Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve
düşmanın inatla savunduğu savaş alanlarına, süngü saldırılarıyla girerek
kesin bir sonuç almak gerekliydi. Bunun için bütün ordunun büyük
özveriyle ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta gizliliğe
bakmaksızın, ateş alanlarına girip düşman alanlarını sarsmasını
istiyordum. Yanımdaki komutanlar bu görüşümü anlar anlamaz hemen ve en
sinirli bir şekilde harekete geçtiler. Yazık ki şimdi ismini
hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir atlı subayına birkaç kelime not
ettirerek düşman alanlarını kuzeyden saran ikinci orduya gönderdim. Ve
sözlü olarak burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim.
Bu subay görevini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek
bilgi de vermişti. On birinci tümenin kahraman komutanı Derviş Bey,
kendi ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman alanına ilerliyordu.
Kolordu Komutanı Kemâlettin Paşa, güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı
diğer tümenlerine yeniden şiddetli ve hızlı hareketler için emirlerini
ulaştırıyordu. İkinci Ordunun on altıncı ve altmış beşinci tümenleri
düşmanla gerçek savaşa girişiyorlar, diğer tümenleri de kuşatma
çemberini daraltıyorlardı. Bunları görüyordum. Atlı kolumuzun daha
batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren
atlı subay söylemişti.
Arkadaşlar!
Saat ilerledikçe
gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: Düşman başkomutanının şu
karşıki tepede son gücüyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman
alanlarında büyük bir heyecan ve telaş vardı. Artık toplarının,
tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü kabiliyet
kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen vurucu
hatlarımızın, batışa yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri
her an daha ileride görülüyordu. Düşman alanlarını saran bir çember
üzerinde yer almış olan bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri
düşman alanlarını, içinde durulmaz bir cehennem haline getiriyordu.
Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak
üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu. Bir zaman sonra dünyada büyük
bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için
bu yıkım gerekliydi. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi.
Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o
sırtlara saldırdılar. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı.
Tam olarak yok olmuş perişan bir arta kalan kitle bulunuyordu.
Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle,
tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu. Artık gecenin
koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan
doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu.
Efendiler, ertesi gün
tekrar bu savaş alanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin
yüceliği ve buna karşılık düşman ordusunun düşürüldüğü felâketin
büyüklüğü beni çok duygulandırdı. Karşı sırtların gerilerindeki bütün
vadiler, bütün dereler, bütün kapalı kalmış yerler bırakılmış toplarla,
otomobillerle ve bitmez tükenmez donatım ve malzeme ile ve bütün bu
bırakılan şeylerin aralarında yığınlar oluşturan ölülerle ve toplanıp
merkezlerimize gönderilmekte olan sürü sürü esir gruplarıyla, gerçekten
bir kıyamet yerini andırıyordu. Bu dar ateş ve saldırı çemberinden bugün
için kurtulabilenler birkaç bin kişilik arta kalanlardan oluşmaktaydı.
Fakat onlarda daha büyük Türk çemberi içinden çıkmağa başarılı
olamayarak başlarında başkomutanları bulunduğu halde beyaz bayrak
çekmeğe zorunlu olmuşlardır.
Efendiler, Ağustosun otuz birinci
günü yaklaşık öğle vaktiydi ki, yine bu Çal Köyünde, yıkık bir evin
avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı
arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki durumu düşündük.
Kazandığımız meydan savaşının bütün seferi sona erdirebilecek bir
kararlılık ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa yönünde çekilen
düşman kuvvetlerini yok etmekle birlikte, bütün orduyla dinlenmeden
İzmir’e yürüyecektik.
Efendiler, bugünden sonra İzmir’de
“Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara”yı görmek için 8-9 günlük bir zaman
yeterli gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki bugüne, bu üzerinde
bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal Köyü’ne gelebilmek için yalnız
Sakarya’dan başlayarak harcadığımız zaman tam bir yıldır. Fakat bu
belirlediğimiz zaferi hazırlayabilmek için bir yılı çok bulmazsınız
sanırım. Çünkü efendiler, savaş ve özellikle meydan savaşı yalnız karşı
karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; Milletlerin
çarpışmasıdır. Meydan savaşı milletlerin tüm varlıklarıyla, ilim ve fen
sahasındaki dereceleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün
maddî ve manevî güç ve iyi huylarıyla ve her türlü araçlarla çarpıştığı
bir sınav sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve
kıymetleri ölçülür. Sonuç yalnız beden gücünün değil, bütün kuvvetlerin,
özellikle ahlâkî ve kültürel kuvvetin yükselmesini gerçekleşme
derecesine vardırır. Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf milletçe
ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığı ile yenilmiş sayılır. Böyle
bir sonun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edersiniz. Yok olup
gitmek, yalnız savaş sahasında bulunan orduya ait kalmaz. Asıl ordunun
ait olduğu millet, korkunç sonlara uğrar. Tarih, başlarındaki
hükümdarların, hırslı politikacıların birtakım hayalî isteklerle, aracı
yerine düşen işgalci orduların, işgalci milletlerin uğradığı bu şekil
korkunç sonlarla doludur.
|
Atatürk Dumlupınar'da... |
Efendiler, Türk vatanını almak
düşüncesini, Türk’ü esir etmek hayalini genel, ortak bir düşünce haline
koymağa çalışanların da hak ettikleri sondan kurtulamamış olduklarını
gözlerimizle gördük. Efendiler, kendilerine bir milletin geleceği emanet
edilen adamlar, milletin kuvvet ve gücünü yalnız ve ancak yine milletin
gerçek ve kabul edilir yararlar elde etmesi yolunda kullanmakla sorumlu
olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar
düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirip işgal etmek, o
memleketlerin sahiplerine hükmetmek için yeterli değildir. Bir milletin
ruhu baskı altına alınmadıkça, bir milletin kararlılığı ve iradesi
kırılmadıkça, o millete hükmetmenin imkânı yoktur. Halbuki yüzyılların
çocuğu olan bu millî ruh, kalıcı ve sürekli bir millî iradeye hiçbir
kuvvet karşı koyamaz.
Hükmedilmek istenmeyen bir milleti, esaret
altında tutmayı başaracak kadar kuvvetli zorbalar artık bu dünya yüzünde
kalmamıştır. Türk milleti son çarpışmalarıyla, özellikle burada
kazandığı zaferle, kazandığı kararlılık ve irade ile herkesçe bilinen bu
gerçekleri bir defa daha tarihin sinesine çelik kalemle kazımış
bulunuyor.
Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve
onun son safhası olan bu 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli
dönüm noktasını oluşturur. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak
zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar
kesin sonuçlu yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir yön
vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Hiç
şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin
temeli burada sağlamlaştırılmış oldu. Sonsuz hayatı burada
taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit
ruhları devlet ve cumhuriyetimizin sonsuz koruyucularıdır. Burada
gerçeklerini söylediğimiz “Şehit Asker” âbidesi işte o ruhları, o
ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, özverili ve kahraman Türk milletini
temsil edecektir. Bu âbide Türk vatanına göz dikeceklere Türk’ün 30
Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, gücü ve iradesindeki
şiddeti hatırlatacaktır.
Efendiler, bu büyük zaferin çeşitli
unsurları üstünde en önemlisi ve büyüğü, Türk milletinin kayıtsız
şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır. Bu olayın tarihimizde ve
bütün dünyada ne büyük, ne verimli bir inkılâp olduğunu anlatmaya gerek
görmem. Milletimizin uzun yüzyıllardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar,
halifeler elinde, onların yönetim ve baskısı altında ne kadar
ezildiğini, onların hırslarını sağlama yolunda ne kadar büyük
felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin
egemenliğini eline almış olması olayının, bütün büyüklüğü ve önemi
gözleriniz önünde canlanır. Gerçi büyük zaferin ertesi gününe kadar
İstanbul’da halife ve sultan adı altında bir şahıs ve onun işgâl ettiği
hilâfet ve saltanat ünvanı ile bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra
millet o makamları ve o makam sahiplerini hak ettikleri sona ulaştırdı.
Efendiler, millî egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında
zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti
üzerine kurulmuş olan kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.
Avrupa’nın ortasından, ta doğunun diğer ucundaki binlerce senelik
memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hak ettiği sonu
daha güzel anlayabiliriz.
Arkadaşlar, saraylarının içinde
Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla birleşerek Anadolu’nun,
Türklüğün karşısında yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından
sürülmeleri, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir
harekettir. Türk milletinin atalarının kutlu emâneti olan bu topraklarda
tam anlamıyla efendi olarak yaşaması; ancak o lüzumsuz ve manasız
olmaktan başka, varlıkları tam zarar ve felâket olan makamların yok
edilmesiyle mümkün olabilirdi.
|
Atatürk Dumlupınar'da... |
Efendiler, onlar yüzünden Türk
vatanının ve Türk milletinin geçirdiği acıları, üzüntüleri hissetmemiş
bir ferdimiz yoktur. Bu kadar üzüntüler ve kötülükler geçirdikten sonra
elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mutlu ve hür
yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip kalmak ve Cumhuriyet
bayrağı altında bütün çocuklarını toplu ve dikkatli bulundurmak
gereklidir.
Efendiler, yüzyıllardan beri inleyen, fakat
baskıcıların, aldatanların, bilgisizlerin oluşturdukları engellerle
yürek parçalayan sesini milletin kulağına duyuramayan zavallı vatan
bugün diyor ki; can kulağınızı, bağrında en derin üzüntüler duymuş
annenizin samimî sözlerine sürekli açık bulundurunuz. Efendiler,
Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da hükmedici olma güç ve kabiliyetini
göstermiş olan atalarımız, zamanında bu sesi duymaktan geri çevrilmemiş
olsalardı; Türk topluluğunun, Türk idealinin, Türk çıkarlarının korunmuş
ve çoğaltılmış olacağı anavatanı bugünkü parçalanmış şeklinde mi miras
alırdık.
Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve hüner, yüksek medeniyet, hür düşünce ve hür zihniyet
istiyor. Şeref, namus, istiklâl, gerçek varlık... Vatan bu isteklerini
tamamen ve hızla yerine getirmek için kurallı ve gerçek bir şekilde
çalışmayı emreder.
Efendiler! Yüzyıllardan beri Türkiye’yi
yönetenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi
düşünmemişlerdir: Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının,
Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde giderebiliriz: O da
artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu
düşünceyle hareket ederek her türlü kurtuluş ve mutluluk hedeflerine
ulaşabiliriz.Bizim milletimiz vatan için, özgürlüğü ve egemenliği için
özverili bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz yaptığı inkılâpların
kararlı savunucusudur da. Benliğinde bu iyi huylar yerleşmiş bir milleti
yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
Efendiler! Milletimiz egemenliğini eline aldığı gün, bilmeyen
kalmamıştır, en karanlık kötülüklerin, en derin uçurumu kenarında
bulunuyordu. Maddî kuvveti yıprattırılmış, savunma araçları elinden
alınmış, mânevî dünyası, kutsal saydıkları saldırıya uğramış üzücü bir
durumda bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen varlığını ve istiklâlini
kurtarmağa karar verdi. Bu kararında başarı sağlayabilmek için bütün
milletin kendine bir hedef ve hareket seçmesi gerekiyordu. Bütün
milletin, o hedef üzerinde mutlaka başarı sağlamayı amaç kabul etmesi
gerekiyordu. Millet bütün varlığıyla bütün özverililiğiyle, bütün inancı
ile o hedefe beraber yürümeli ve mutlaka başarılı olmalıydı. Efendiler,
o hedef burasıydı. Amaç olan başarı, burada kazanılan zafer idi.
Efendiler! Milletimiz bundan sonraki işinde de başarılı olabilmek için,
millî hedefini bütün açıklık ve kesinlikle, bütün vatandaşların gözünde
ve yüreğinde bütün parlaklığı ile belirlemiş bulunuyor. İsterseniz
benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin ideali olarak
adlandırınız. Fakat bu ünvanı verirken dikkat ediniz ki, hayal olan bir
anlama kendimizi kaptırmayalım.
Efendiler! Milletimizin hedefi,
milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlamı ile çağdaş bir sosyal
toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, kıymeti,
özgürlük ve kurtuluş hakkı, sahip olduğu öze uygun yapacağı çağdaş
eserlerle mümkün olur. Uygar eser oluşturmak yeteneğinden yoksun olan
milletler, hürriyet ve kurtuluşlarından ayrılmaya mahkûmdurlar. İnsanlık
tarihi baştan başa bu söylediklerimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda
yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler
veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizliği ve
dikkatsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşan seli altında boğulmaya
mahkûmdurlar.
|
Atatürk Dumlupınar'da... |
Efendiler! Çağdaşlık yolunda başarı yenilenmeye
bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen alanında başarılı
olmak için tek olgunlaşma ve yükselme yolu budur. Hayat ve dirliğe
hükmeden emirlerin, zaman ile değişme, olgunlaşma ve yenilenmesi
zorunludur. Uygarlığın buluşları, fennin harikaları, dünyayı şekilden
şekile geçirttiği bir dönemde, yüzyıllık eskimiş düşüncelerle, geçmişe
tapınmakla varlığını korumak mümkün değildir. Uygarlıktan söz ederken
şunu da kesinlikle söylemeliyim ki, uygarlığın temeli, yükselmenin ve
kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta kötülük, mutlaka sosyal,
iktisadî, siyasal güçsüzlüğü gerektirir. Aileyi oluşturan kadın ve erkek
unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile görevlerini idareye
yeterli bulunmaları gereklerdendir.
Efendiler! Milletimiz burada
belirlediğimiz büyük zaferden daha önemli bir görev peşindedir. O
zaferin anlaşılması milletimizin iktisat alanındaki başarılarıyla mümkün
olacaktır. Bilirsiniz ki, ekonomik açıdan zayıf bir yapı fakirlikten
kurtulamaz, kuvvetli bir uygarlığa, refah ve mutluluğa kavuşamaz, sosyal
ve siyasal felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin yönetimindeki
başarı da, ekonomisinde edinilen bilgiler derecesiyle uygun olur. Hiçbir
medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından önce iktisadını düşünmüş
olmasın. Memleket ve istiklâl savunması için varlığı gerekli olan bütün
kuvvetler ve araçlar ekonominin genişleme ve açılmasıyla mükemmel
olabilir.
Milletimizin özünde bulunan kuvvetli karakter,
sarsılmaz irade, ateşli milliyetçilik, iktisadî başarıdan kaynaklanacak
verimlerle de hak ettiği derecede desteklenmek zorundadır. Yüzyılın
içindeki mücadelede milletimizi başarılı kılacak bir ekonomik hayat
sağlanmasını amaç edinen genel öğretim ve eğitim sistemlerimiz, her gün
daha çok gelişecek ve elbette başarılı olacaktır.
Efendiler!
Artık bugün hayat ve insanlık gerekleri bütün gerçekliğiyle ortaya
çıkmıştır. Bunlara karşı olan söylentiler ahlâk ve inanca uymaz. Gerçek
ortaya çıkınca yalan ortadan kalkar. Boş sözler, uydurmalar kafalardan
çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve olgunlaşma yeteneği olan milletimizin,
sosyal ve fikrî inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller derhal
yok edilmelidir. Efendiler! Son sözlerimi özellikle memleketimizin
gençliğine yöneltmek istiyorum:
Gençler! Cesaretimizi destekleyen
ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile,
insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en
kıymetli örneği olacaksınız.
Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.
Arkadaşlar, bu gazilik ve şehitlik diyarını terk ederken “Şehit Asker”i hep beraber saygıyla selâmlayalım."
Kaynak: Hâkimiyet-i Milliye,: 31.08.1924