27 Eylül 2017 Çarşamba

Anadolu Beylerbeyi Gazi Timurtaş Paşa

Gazi Timurtaş Paşa Camii - Bursa - © 2017
Bazılarımız bu adı daha evvel duydu. Bazılarımız ise şimdi öğrenecek. Çoğumuz Bursa'ya gitmiş, Tophane'yi gezmiş ve oradan aşağıya, Ulu Camiye doğru uzanmışızdır. Önceden normal fakat şuan yürüyen merdivenli Balibey Hanı yanından aşağıya indiğimizde dikkatli gözler hemen sağda bir türbe farkederler. Bu türbe Gazi Timurtaş Paşa'ya aittir. Peki bu Gazi Timurtaş Paşa'nın Kütahya ile ilgisi nedir? Okunur mu bilmem lakin anlatalım efendim...

Öncelikle bilinmelidir ki Bursa'da ve her ikisi de Yıldırım Bayezid zamanında yaşamış iki Timurtaş Paşa vardır. Bunlardan birincisi Ali Bey oğlu Kara Timurtaş Paşa'dır ki 1403'te vefat etmiş ve aynı adla anılan cami haziresine defnedilmiştir. Oğulları Yahşi Bey, Umur Bey, Oruç Bey, Ali Bey ve Mahmut Bey'dir.

Diğer Timurtaş Paşa ise evvelce Sivrihisar subaşılığı yapmış, akabinde Sakarya boyu kumandanlığı yapmış ve Ankara savaşına iştirak etmiştir. Savaşın neticesi malum, Yıldırım yenilince kaçmayı başaramayan daha doğrusu kaçmayan tüm rical esir edildikten sonra Emir Timur yanında Germiyan Beyi Yakup II ve tüm maiyetiyle Kütahya'ya geldi. Burada Anadolu muhafızı Timurtaş Paşa'nın Kütahya Kalesindeki dudak uçuklatan hazinesini ele geçirdikten sonra Paşa'yı da huzuruna getirtti. Hazine 24 deve yükü kadardı. Emir Timur, Timurtaş Paşa'ya yüksek perdeden:

"Bunca mal biriktireceğine bunları velinimetin uğrunda harcayıp asker toplayarak bu musibetten velinimetini neden kurtarmadın?", dedikten sonra karşılığında şu cevabı aldı:

"Bizim padişahımız sonradan yetme yahut yeni devlet sahibi bir padişah değildir ki kullarının malına tamah eylesin!"

Tabi bu cevaba canı sıkılan Timur:

"Seni ve evladını salacaktım lakin bu cevabın sebebiyle vazgeçtim", diyerek Paşa'yı tutsak edip ve hazinesini de ordusuna dağıttı. Bu diyalog kısmı aynı kalmakla Timurtaş Paşa'nın Anadolu muhafızı olarak Kütahya'da kaldığı ve Kütahya'da ele geçirildiği şeklinde farklı aktarımlar da mevcuttur. Bu aktarımların çeşitliliği girişte de bahsettiğimiz üzere iki Timurtaş Paşa bulunması olmalıdır. Zira Kütahya Şehri isimli eserinde merhum Uzunçarşılı da bizim kaynak aldığımız metne göre Paşaların evlatlarını ve atalarını karıştırmış görülüyor.

Timurtaş Paşa, Timur'un elinden kurtulduktan sonra daha öncesinden kendisine lalalık ettiği İsa Çelebi'nin yanına gelerek kendisine vezir oldu. 1405 senesinde bugün herkesin çevresine hayran olduğu Bursa Ulubat (Uluabat) Gölü kenarında Mehmed Çelebi ile yapılan harpte yenilince kaçtı. Kaçarken yolda kendisine acıyıp atının ardına aldığı kölesi tarafından sırtından hançerlenerek atından yaralı olarak düşürüldü. Çelebi Mehmed'in huzurunda kesilen başı İsa Çelebi'ye gönderilirken bedeni de Balıkpazarı denilen mahalde defnedildi. İşte bu türbe bu Gazi Timurtaş Paşa'ya aittir.

Kosova Savaşı sırasında Anadolu muhafızı olarak Kütahya'da bırakılmıştı. Kütahya'da bugün adı aslında farklı bir camii vardır. Evet, meşhur Takvacılar Camiinin asıl adı Timurtaş Paşa Camiidir ve bu caminin ilk banisi bu Timurtaş Paşa'dır. Daha sonra tabii olarak defaatle tamir görse de ilk bani Timurtaş Paşa'dır.

Sonradan konulan eski Türkçe mezar taşı kitabesinde;

"Sultan Yıldırım Bayezid Han
Hazretlerinin vüzerâlarından Gazi
Timurtaş Paşa kabr-i şerifidir.
Sene 805", yazmaktadır. Günümüz harfleriyle türbe duvarına konulan diğer bir yazıda ise;

"Gazi Timurtaş Paşa
Hüdavendigar Murad'ın
Emirlerinden Yıldırım
Bayezid'ın Anadolu Bey-
lerbeyi, İsa Çelebi'nin
veziri ve kumandanı
olub Ulubat Cenginde
1403 M. tarihinde
şehit olmuş ve buraya
gömülmüştür.
Allah rahmet eylesin.

Bu türbe 1949 tarihinde yaptırılmıştır. - Bursa Eski Eserler Kurumu", yazmaktadır. Görüldüğü üzere buradaki tarihte de hata vardır. Aslına bakılırsa her iki Timurtaş Paşa'nın eldeki bilgi ve belgeler ışığında yeniden işlenmesi yerinde olacak.

İşte Timurtaş Paşa'nın Kütahya ile geçmişi kısaca budur. Eminim bu kez gittiğinizde bu türbeye dikkat edecek ve kendisinin Takvacılar Camii banisi olduğunu hatırlayacaksınız. Fotoğrafta Gazi Timurtaş Paşa'nın kabri ve türbesi görülmektedir.

Saygılar... 27.09.2017

25 Eylül 2017 Pazartesi

Kütahya - Emet'te (Eğrigöz) Boğdurulan Bir Bahtsız Şehzade

Şehzade Korkut'un Sandukası. - © 2017
Şehzade Korkut, Sultan Bayezid II'nin çocuğu olarak net olmamakla birlikte 1467 veya 1469 senesinde Amasya'da doğdu. 1479 senesinde dedesi Fatih Sultan Mehmed tarafından diğer kardeşleriyle sünnet edilmek üzere İstanbul'a aldırıldı. Bu olay şehzadeye kısa süreli de olsa tahtın tadını aldıracak bir hadiseye sebebiyet verdi. İstanbul'a aldırılışın ertesi yılı dedesi Fatih ölünce ortaya çıkan karışıklıklar, Cem ve Bayezid taraflarının mücadeleleri sonucu Bayezid taraftarlarınca Şehzade Korkut, veziriazam İshak Paşa tarafından saltanat kaymakamı olarak tahta çıkarıldı. Bu vekalet 2 hafta sürdüyse de etkisi bir ömür boyunca oldu. Taht-ı saltanat bu en nihayetinde! Babasının tahta cülusundan sonra bir müddet daha İstanbul'da kalan Şehzade, 1483'te Manisa'da sancağa çıkarıldı. 1502 senesi başlarına kadar burada kalan Şehzade, giriştiği bir takım faaliyetler ve abisi Şehzade Ahmet ile taraftarı veziriazam Ali Paşa baskısıyla Antalya'ya nakledildi. Bu olay sonucu kimine göre hırslanarak, kimine göre ilimle meşgul olmak için sancak beyliğinden çekilerek kendini Antalya Kalesine kapattı. 1509'da babasını dinlemeyerek büyük bir maiyetle hacca gitmek bahanesiyle Mısır'a gitti. Memlük Sultanınca karşılandı ve ağırlandı. 14 ay sonra hacca gidemeden tekrar Antalya'ya döndü. Başka sancak taleplerinde bulundu ve Manisa'yı kaybedişini unutamadı. Bu sebeple izinsiz ve ani olarak Manisa'ya doğru harekete geçti.

Bu hareket Kütahya ve Batı Anadolunun büyük bir kesiminin yakılıp yıkılmasına sebebiyet veren Şahkulu isyanının tetikleyicisi olarak gösterilse de aktarımlar farklılık göstermektedir. Feridun Emecen'e göre bu hareketin sebebi bizzat Şahkulu isyanının bölgede patlak vermesidir. Bu konuda yazışmalar, kendisi ardından giden hazinesine asilerce saldırılması ve daha sonra bu asilere karşı çarpışması bu durumu açıklar mahiyettedir. Devam eden olaylar zarfında daha evvel işlediğimiz Şahkulu'nun Kütahya'ya gelişi ve Karagöz Paşa'nın şehit edilmesi olayları gerçekleşmiştir. Asiler karşısından kuvvetlerin ardı ardına yenilmesi ve şehzadelerin başıan buyruk halleri benzeri olaylar Şehzade Korkut'a yeniden Manisa'yı elde etmesini sağladı. Fakat Şehzade Ahmet ve Şehzade Selim mücadelesi arasında kalmaktan kurtulamadı. Gizlice İstanbul'a gelip Yeniçeri Ocağına sığındı fakat umduğu desteği bulamadı. Sonra tekrar Manisa'ya yollandı ve bundan sonra Yavuz Selim ile ittifak halinde oldu. Fakat bazı ifadeleri saltanat heveslisi olduğu şeklinde yorumlandı. Olay yasal bir zemine oturtulmak için uydurma saltanat davetlerine sıcak baktığı söylendi. Kardeşinin 10 bin kişiyle üzerine geldiğini öğrenen Şehzade Korkut, sadık bendelerinden Piyale ile Mısır'a kaçmak için Antalya'ya hareket ettiyse de Korkuteli'nde bir mağarada yakalandı. 
Şehzade Korkut'a Ait Eşya Kayıtları.

Şehzade Korkut yakalandıktan sonra Bursa'ya götürülürken neden sebep bu kadar acele edildi bilinmez, Emet'te (Eğrigöz) Kapıcıbaşı Sinan Ağa tarafından boğularak öldürüldü. Eşyalarının kaydedildiği muhallefat defteri 13 Mart 1513 tarihli olduğundan bu tarihta yahut birkaç gün önce öldürüldüğü düşünülmekte. Cenazesi 17 Mart 1513'te Bursa'da Orhan Gazi Türbesinde, Orhan Gazi'nin hemen yanına defnedildi.

Orta boylu, kumral, zayıf yapılı ve melankolik olduğu belirtilen Şehzade Korkut, ilme ve edebiyata düşkünlüğü ile kardeşlerinden ayrılmaktadır. Oğullarının hepsi kendinden önce vefat etti. Fatma ve Ferahşad adlı iki kızı vardı. Sanatkarlara hamilik yapan Şehzade Korkut'a sunulan eserlerden birisi de Deli Birader lakabıyla meşhur Bursalı Gazali'nin yine meşhur ve günümüz tabiriyle (+18) olan eseri Dafiu'l Gumum'dur. Musikiye de meraklı olduğu ve bazı müzik aletleri çaldığı bilinmektedir. Himaye ettiği kişiler arasında Oruç ve Hızır Reisler dahi bulunmaktaydı. Fıkıh ve hadis ilmine hakim, örfi yerine şer'i kuralları benimsemiş olan Şehzade Korkut, amelde Şafii mezhebini tatbik etmekteydi.

Geçenlerde yaptığımız Bursa gezisinde son nefesini Kütahyamızda vermiş bu şehzadenin kabrini de fotoğraflamıştık. Görüldüğü üzere bir türbe içinden pek çok farklı hikaye çıkmaktadır.

Saygılar... 25.09.2017

Fotoğraf: Şehzade Korkut'un sandukası. Arkada ise Orhan Gazi'ye ait sanduka.
Kaynak: TDVİA, " Korkut, Şehzade Maddesi ", C.26, s.205-207

22 Eylül 2017 Cuma

Eski Mebuslarımızdan Hocazâde Rasih Efendi Üzerine Derlediklerim

Hocazâde Rasih Efendi
Öncelikle Hocazadelerin Kütahya’nın söz sahibi ailelerinden birisi olduğunu belirtmekte fayda var. Tam adı Mehmed Rasih Efendi’dir. Eşraftan olan Hocazade Rasih Efendi hakkında karşımıza en fazla Kütahya aşar mültezimliği ve bu görevden kaynaklanan şikâyetler, faaliyetler ve ödeme problemleri vs. hakkında belgeler çıkmaktadır. 1903 senesinde mahkûm edilip 1904’te aff-ı şahaneye uğradığı yine belgelerden görülmektedir. Lakin bu arada ikinci bir tutukluk hali kaydı daha bulanmakta ve sebebinin bir çeşme meselesi olduğu yazılmaktadır. Meşrutiyetin yeniden ilanı üzerine yapılan nümayişlerde halkı, kendisini sevmediği Fuad Paşa aleyhinde harekete geçirmeyi başarmış ve herhangi bir emir vs. bulunmaksızın İTC mensuplarıyla birlikte Paşa’yı makamından kaldırmışlar ve şehirden ayrılmaya mecbur etmişlerdir. 1909’da Kütahya mebusu seçilmiş fakat istifasına mebni yerine Zeytunzâde Hasan Tahsin Efendi mebus olmuştur. Arşivlerde memurların tebdil edilmeleri talepleri hakkında kayıtları vardır. Yine 1909’da bu sebeplerden olsa gerek hükümet memurlarını iğfal ettiği ve mutasarrıfları sürdürdüğü gerekçesiyle Hoca zade Rasih Efendi ve avenesinin tedip edilmesi istenmiştir. Arşivde ayrıca mebusluğa adaylığı koyması üzerine kendisinin kötü ahlak sahibi olduğu yönünde merkeze bir yazı yazılmış olması dikkat çekicidir. Bilahare tekrar Kütahya mebusu seçilmiştir. Bu mebuslukların ilki İTC, ikincisi ise HİF’ndandır. Ermeni kaynaklı yazılarda tehcir olayında mutasarrıf Faik Ali Bey ile birlikte tehcire karşı çıkan yerel eşraf arasında Hoca zade Rasih Efendi de sayılır. Yunan işgali sırasında oğlu İbrahim Efendi, Kütahya mutasarrıflığı yapmıştır ve bu gerekçeyle 150’likler içine dâhil edilmiştir. Ayrıca Yunan işgali sırasında aileye ait konak harekât merkezi olarak kullanılmış ve meşhur savaş konseyi de burada toplanmıştır. Bu konudaki görüşlerimizi bir evvelki konuda verdiğimizden tekrar etmiyorum. Aileye yönelik detaylı bir araştırma son dönemin bu sürekli göz önünde olan ailesi hakkında karanlıkta kalmış gerçekleri ortaya koyacaktır. Bu aynı zamandan Kütahya için de faydalı bir çalışma olmaya adaydır. Zira ilgili yıllar hem milli bir mücadelenin verildiği, bunun yanında yerel güç davalarının da güdüldüğü ve ayrıca siyasi emellerin girift bir hal aldığı dönemlerdir.

1919 senesinde Kütahya’ya sürülen Ahmet Emin Yalman anılarında Hocazade Rasih Efendi hakkında şunları söylüyor;
“Milli Kongre kurucusu göz doktoru Prof. Esat Paşa, 12 Haziran'da Kütahya'ya sürüldü. İstanbul Askeri Kumandanlığı onu da sürmeye vasıta olmamış, bir müddet serbest bırakılmıştı. Yine Mehmed Ali Bey'in mesuliyeti üzerine alması suretiyle neticede sürüldü. O da, İaşe Müfettişi sıfatıyla Kütahya'ya gelen Gaziantepli Şair İshak Bey de eski İttihatçılardan ve memleketçilerden mürekkep olan milliyetçi cepheye bir kat daha kuvvet verdiler. Bunun karşısında gayet kurnaz ve becerikli bir adam olan Hocazade Rasih Efendi'nin tarafı çok zayıf kaldı. Daima iktidarla yürüyen ve işlerini yürüten Rasih Efendi, ilk defa olarak yanlış bir hesap yapmış, gözle görülen ihtimalleri hesaplayarak Padişah'ın, Hürriyet ve İtilafın ve İngilizlerin tarafını tutmuştu. Fakat bizim kuvvetimiz karşısında bu arada bizimle de hoş geçinmeyi doğru bulmuştu. Bir sabah beni kaymak kahvaltısına çağırdı. Evinin sofasında kaymağa ilave olarak zengin bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı. Baş başa idik. Kendisine dedim ki:

‘Belediye Başkanı Germiyanoğlu Ali Bey'den duydum. Bir seçim de sandıktan seçmen sayısından fazla pusula çıkmış. Ali Bey 'Bu ne?' diye size sormuş. Siz de 'Olağandır' demişsiniz. Bu doğru mu?’

Gülerek cevap verdi:

‘Canım, böyle şeyler olağan değil mi? İnsan hali bu. . . ‘

Nüfuz düşkünü mahalli eşraf ve derebeyi tipini yakından etüt etmek suretiyle hoş bir sabah geçirdim. Rasih Efendi, bir hayli hikâye bilen hoşsohbet bir adamdı. Memleketin haline ve politika işlerine dair giriştiğimiz münakaşada konuya uygun hikâyelerle ve tekerlemelerle işin içinden ustaca sıyrılmasını biliyordu, ele avuca sığmıyordu. Kendi yolunu gözüne kestirmişti. Fakat hesabı yanlış çıktı. Yunan işgali zamanında etrafını saran bir nefret ve tiksinti havası içinde can verdi. İki oğlu da yüz ellilikler listesine girdi ve vatanı terk etmek zorunda kaldılar.”

Burada kastedilen ikinci oğlu kimdir bilemiyorum. 150’likler listesine dâhil edilen oğlu Hoca Rasih zade İbrahim Bey hakkında daha evvel birkaç şey yazmıştık. Kütahya’da vefat eden Hocazade Rasih Efendi’nin kabrinin Sultanbağı mezarlığında olduğunu işitmiştim. Fakat kendisi hakkında çalışma yapan bir dostumuz aileden bireylerin kabirlerini bulabilmiş olmasına rağmen Hocazade Rasih Bey’in kabrini henüz tespit edebilmiş değildir.

Rasih Efendi'nin Yaptırdığı Hürriyet Çeşmesi
Rasih Efendi’nin yaptırdığı Hürriyet Çeşmesi’nin kitabesi şöyledir;

Var ola Şâh-ı Cihân-ı âdil zeh-i kuds sıfat
Sâye-i şahânesinin mülkü âbâdan olub
Abd-i memlukleri Hocazâde akıtdı bu çeşmeyi
Âfitâb-ı refetinden rûşen oldu şeş cihât
Görmemiş zât-ı gibi hakanı çeşm-i kâinat
Yapdı nâm-ı akdesine etti edâ-i vâcibât
Yazdı Rıfat mahlas cevher gibi tarihini
Akdı işbu çeşmeden sâfi sular aynü’l-hayât
Sene 1325 (1908)



21 Eylül 2017 Perşembe

Hoca Rasihzade İbrahim (İlk Kez Sayfamızda Yayınlanıyor) ve Milli Mücade Müzesi Üzerine Görüşler


Yunan işgali sırasında Kütahya mutasarrıfı Rahmi Bey'in şehirden ayrılarak Ankara'ya gitmesi üzerine Yunan kuvvetleri Hoca Rasihzade İbrahim Bey'i mutasarrıf olarak atamış, şehri terk etmemiş ve daha sonra Yunan Kralını da karşılayacak olan Mazlumzade Hüseyin Bey ise belediye başkanlığında bırakılmıştır. Bir diğer detay ise Yunan işgal kuvvetlerinin karargah merkezi ve kralın da katılımıyla şehrimizde yapılan savaş konseyi toplantı merkezi yine Rasihzadelere ait olan Hocazade Konağında yapılmıştır. 

Hocazade Rasih Efendi adı da Kütahya'da 16 yıl mutasarrıflık yapmış olan Fuad Paşa'nın meşrutiyetin yeniden ilanı ardından halkın galeyana getirilerek makamından indirilmesi olayında öne çıkmaktadır. Kendisi Kütahya mebusluğu da yapmıştır. Aşar mültezimliği yapmış ve bir zamanlar hapiste de yatmış ve aff-ı şahane ile salıverilmiştir.

Hoca Rasihzade İbrahim Efendi, bu mutasarrıflığın bedelini 1 Haziran 1924 tarihli kararname ile 150'likler olarak bilinen listeye dahil edilerek vatandaşlıktan çıkarılıp sürgün edilerek ödedi. İşte burada paylaştığımız 2 sayfa, o dönem hem Latin hem de Arap alfabeleriyle yayınlanan bu kişileri gösterir albümden sayfalardır. İlk sayfada çok belirli olmasa da Hoca Rasihzade İbrahim Bey'in fotoğrafı 47 numarasıyla, ikinci sayfada da adı ve listeye giriş gerekçesi görülmektedir.
Kütahya'nın tüm il geneli için Milli Hareket, işgal ve İstiklâl Harbi dönemleri konusunda ciddi çalışmalara, varsa bulunup yayımlanacak hatıratlara ve eğrisi doğrusu ile gerçeklerin yazılmasına ihtiyaç olduğu açıktır. 

Ve bir şeyi daha belirtmekte fayda görüyorum ki, Yunan işgalinin şehrimizdeki 3 timsal binasından birisi Hükümet Konağı, diğerleri de eski Ziraat Bankası şubesi ve Hocazade Konağıdır. Hükümet Konağı idari bir işgale uğramışken, banka şubesi binası General Papulas'a özel ikâmetgah yapılmış, Hocazade Konağı da komuta merkezi ve Yunan Kralı Konstantin'in veliahtıyla birlikte katıldığı savaş konseyinin merkezi olmuştur. Buna dair video görüntülerini daha evvel yayınlamıştık. (Sağolsun üstüne logoyu basan ayrıca yayınladı videoyu. Fayda peşindeyiz, iyi oldu.) Hükümet Konağı halen aktif ve bu konuda değerlendirilmesi zaten uygun da değil fakat bu diğer iki binadan bir tanesi Milli Mücadele Müzesi yapılamaz mı? Özellikle Hocazade Konağı? Şimdi bazıları diyecektir ki Kütahya'da zaten Milli Mücadele Müzesi var! Eeee tabi! Peki nerede? Lala Hüseyin Paşa Caddesi üzerinde ve aynı adlı camiye oldukça yakın. Hangi yerli veya yabancı turist özellikle götürülmedikten sonra burayı ziyaret eder Allah aşkına! Zaten ben de hiç kapısını açık görmedim ya neyse! Bu yukarıda bahsettiğim binalardan özel ikametgah olarak kullanılan eski banka şubesi şuan avukatlık bürosu olarak kullanılmaktadır. Geçmiş paylaşımlarımızda güncel ve eski görüntüleri paylaşmıştık. Diğer bina olan Hocazade Konağı ise oldukça görkemli ve tam da şehrin tarihi yoğunluk arzeden bölgesindedir. Müze olmaya da son derece uygundur. Yakın zaman önce restore de edildi. Fakat ne yapıldı? Bir dernek/vakıf hizmetine verilerek bu ibretamiz bina şehir belleğinden silindi. Şimdi sorarım size "Kuruluşun ve Kurtuluşun Şehri" sloganı ile caka satmaktan başka bu konularda hiç bir işlem yapmayan Kütahya'nın yaşadığı acıları, milletçe başardıklarını ve bugünlere gelişini gururla sergileyeceği bir Milli Mücade Müzesi ihtiyacı yok mudur? Bu müzenin kimsenin gitmediği şehrin bölümlerinde olmasındansa şehrin tarihi göbeğinde olması ve ayrıca bu tarihin bir parçası olan yapılarda hayat bulması daha uygun değil midir? Bu konuda yorumu sizlere bırakıyor ve artık sadece sahiplenmekten öte şeyler yapmamız gerektiğine inanıyorum.

Ek: İlk defa yıllar sonra sayfamızda yayınlanan Hoca Rasihzade İbrahim'in fotoğrafı ve ilgili kaydı.

Saygılar... 21.09.2017

18 Eylül 2017 Pazartesi

E-Kitap: İsmail Hakkı Uzunçarşılı - Kütahya Şehri

PDF KİTAP: İ. Hakkı Uzunçarşılı - Kütahya Şehri

İlimiz hakkında kaynak değeri çok yüksek olan İsmail Hakkı Uzunçarşılı merhumun kısa adı "Kütahya Şehri" olan eserinin PDF formatına getirilmiş halidir. Eser gözden geçirilerek yeniden basılmadığı ve kayda değer bir başka eser kaleme alınmadığından bu boşluğun dolması açısından her Kütahya sevdalısının elinde bulunması gerekmektedir. Linke tıkladıktan sonra sağ üst köşedeki "DOWNLOAD" butonu ile PDF belgesini indirebilirsiniz.

İndirme Linki 

13 Eylül 2017 Çarşamba

Şehzade Musa Çelebi'nin Kısa Biyografisi

Yıldırım Bayezid oğlu Musa Çelebi (ö. 1413)

Yıldırım Bayezid'in en küçük oğludur. Rumeli'nde akıncı beyliği yapan ve pek çok harp görmüş bir yiğitti. Timur'a karşı diğer kardeşleriyle birlikte babasının yanında savaştı. Harbin sonunda babasıyla birlikte Timur'a esir oldu. Yıldırım, Akşehir'de vefat edince Timur, Musa Çelebi'yi yanına babasının cenazesini de katarak serbest bıraktı. Neşri'ye göre Musa Çelebi buradan Kütahya'ya gelerek bir müddet Yakup Çelebi'nin yanında kaldı. Yıldırım'ın cenazesi bu süre zarfında Kütahya'da geçici olarak muhafaza edildi. Daha sonra Mehmed Çelebi kardeşini ve babasının cenazesini Yakup Çelebi'den istedi. Bir müddet abisi Mehmed Çelebi'nin elinde kalan Musa Çelebi, diğer abisi Emir Süleyman'ın Mehmed Çelebi ile mücadelesi sırasında serbest bırakılınca Rumeli'nden bulduğu destekle ilk ikisinde Emir Süleyman'a yenilse de son mücadeleyi kazarak Emir Süleyman'ı orradan kaldırıp Edirne'de saltanatını ilan ederek para bastırdı. Emir Kök Şah melik'i vezir, Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin'i kazasker ve Mihaloğlu Mehmed Bey'i beylerbeyi tayin etti. Önce topraklarını yağmalayan Sırp Despotu Stephan Lazareviç'in üzerine yürüyerek pek çok kalesini aldı. Sonra ortamın karışıklığından faydalanan Bizans üzerine yürüyerek beklenmedik şekilde İstanbul'u kuşattı. Fakat bu esnada bazı adamları kendisini terketti. Kuşatma bu sebepten sonuçsuz kaldı. Vazgeçmedi. Bu kez üzerine gelen Mehmed Çelebi'yi yendi. (m. 1412) Yine bazı adamları kendisini terkedip Sırplara sığındı. Mehmed Çelebi'nin hava muahalefeti sebebiyle üzerine gelememesini fırsat bilip Sırpların üzerine yürüdü. Pek çok şehir ve kale ele geçirdi. Ardından Arnavutluk üzerinden Selanik'teki Süleyman Çelebi'nin oğlu Orhan üzerine yürüdü. Sırp Despotunun Mehmed Çelebi'ye Musa Çelebi karşısında teklif ettiği ittifak karşılık gördü. 5 Temmuz 1413'te bu ittifak karşısında son mücadelesini verip yaralı halde ele geçirilip boğdurularak öldürüldü.

Musa Çelebi'nin Kütahya'ya da hizmeti geçti. Babasının başlattığı fakat Timur'un gelmesiyle yarım kalan Kütahya Ulu Camii'ni tamam eyledi. Buradan yola çıkacak olursak Musa Çelebi'nin bir süre Kütahya'da kalmış olması gerekir. TDVİA'da babasının türbesine gömüldüğü yazıyor. Sayın Kasım Bolat'ın yönlendirmesi ile Vakıflar Dergisinde okuduğum bir yazıdan Bursa'da üç adet Yıldırım Bayezid oğlu Musa Çelebi kabri olduğunu öğrendim. Kendisine telekkür ederim. Bunlardan 1. Murat Türbesinde bulunan Musa Çelebi'nin henüz Bayezid sağken vefat eden oğlu olduğu, Yıldırım Türbesindeki kabrin ise bizim burada bahsettiğimiz asıl Musa Çelebi'ye ait olduğu anlaşılıyor. Bizim burada fotoğrafını paylaştığımız ise muhtemelen başkasına ait bir kabir. Fotoğraftaki kabir Bursa-Tophane'de Orhan Gazi Türbesinde yer alıyor. Yıldırım Külliyesi en son restorasyonda idi. Bu sebepten teyit etme şansımız olmasa da veriler açıktır. Yinede bir pirinç levha üzerindeki isim bile olsa insanlara bir çağrışım yapabilir kanısındayım fakat öyle görülmüyor.

Türbe'ye girenler sadece türbenin ait olduğu kişiye daha doğrusu bilir bilmez en büyük sandukaya odaklandıklarından ve ne yazık ki bu İstanbul'u dahi kuşatmış fakat bahtı kara yiğidin levhasını okumadan, kim olduğunu merak etmeden yanından geçip gidiyorlar. Türbenin bize söylediklerine kör ve sağır olarak çıkıp gidiyorlar. Zaten halkımız yalan değil ya bu gibi şeylerle pek ilgilenmiyor. Birkaç zafere, bir kaç kulaktan dolma bilgiye, konudan bîhaber bir hocadan duyduğu alakasız bir menkıbeye daha fazla itibar ediyor. Aynı türbede ayrıca Eğrigöz dolaylarında Yavuz'un emriyle öldürülen kardeşi Şehzade Korkut da yatmakta. Bir gün de ondan bahsederiz kısmet olursa.

Sözlerimi manalı olması açısından Kanuni'nin şu beytiyle bitirmek istiyorum:

"Tâc-ü taht-ü zûr-i bâzûya, Muhibbî bakma gel
Hîç bilür misün ki şimdi kandedür Behrâm-ı Gûr”

(Tâca, tahta ve kudretine bakma Muhibbî gel
Hiç bilir misin ki şimdi nerededir Behrâm-ı Gûr)

Saygılar... 13.09.2017

Konya'dan Kütahya'ya Nakil Edilen Şehzade Bayezid'in Babasına Mektubu


Hıdırlık Tepesinden Kütahya Kalesi
15 Nisan 1550'de Kütahya'ya vali olarak atanan Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Şehzade Bayezid'in babasına yazdığı mektup;

"Benim saadetim Sultanım, vallahü'l-azim şol kadar şad olmuşam ki, Kütahya'yı ben kulunuza inayet eylediğinize; eğer cihan halkı katip olsa beyana kabil olmaya! Ben kulunuzu muradıma irdürdünüz. Hak Teala sultanımın cem-i murad-ı şeriflerin müyesser eylesün, amin. Benim sultanım, şol denlü şadım ki şadlığımdan bilmem neyleyem?"

Şehzade Bayezid'in bu denli sevinmesinin sebebi Kütahya'nın taht yolundaki en önemli ve avantajlı merkez olmasından kaynaklanmaktadır. Zira bu dönemde Manisa sancağında olan Şehzade Selim bu olaya itiraz etmiş, Kütahya'nın Manisa'ya nazaran tahta daha yakın olmasından dolayı kardeşini kendinden avanntajlı görmüş ve kısa süre sonra kardeşler arasında çekişmeler başlamıştır. Hatta Bayezid, Selim'i zor durumda bırakmak ve itibarını zedelemek için Kütahya'dan Manisa'ya hububat sevkini dahi durdurmuştur. Bu çarpışma ve çekişmelerin sonucu olarak Kanuni, Selim'i Manisa'dan Konya'ya, Bayezid'i de Amasya'ya ferman buyurmuştur. Şehzade Bayezıd bunun üzerine direnmiş fakat sonunda ayrılmak zorunda kalmıştır.

Kaynak: Mustafa Çetin VARLIK, Kütahya'nın Şehzade Sancağı Olarak İdaresi

12 Eylül 2017 Salı

30 Ağustos 1924 Tarihli Atatürk'ün Dumlupınar Nutku

Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Dumlupınar'da Yaptığı Önemli Konuşması

Atatürk Nutkunu Okurken...
Fotoğraf o gün çekilmiştir. Kaynaklarda yer alan bilgilere göre bu nutuk Mustafa Kemal ATATÜRK'ün T.B.M.M. kürsüsü haricinde 30 Ağustos hakkında yaptığı yegâne nutuktur.

Tarih:30 Ağustos 1924
Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın ikinci yıldönümü dolayısıyla:

30 Ağustos 1924'de, Dumlupınar'da Meçhul Asker Âbidesinin esas vaz'ı merasimi Atatürk'ün huzurları ile yapılmış, merasimde hükûmet ve Ordu erkânı, askerî kıt'alar ve on binlerce halk hazır bulunmuştu. Erkân-ı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşanın (Mareşal Çakmak) Başkumandanlık Harbi'nin askerî safhalarını anlatan nutkundan sonra, Gazi Mustafa Kemal kürsüye geçmiştir. Atatürk, zaferin kısa bir hikâyesini yaptıktan sonra onun siyasî ehemmiyeti ve neticesi üzerinde durmuştur. Bu zafer, ayaklanan bir milletin ilk hedefi idi. Bundan sonraki hedefler ne olacaktır? Atatürk onları anlatmış ve sözlerini Türk gençliğini muhatap yaparak bitirmiştir.

Şimdi Atatürk'ü dinleyelim:

"Efendiler!
Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa verdiği kıymetli açıklamalarla burada hazır olanlara Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı’nın ve kesin sonuç veren 30 Ağustos Savaşı’nın oluş şekli hakkında bir fikri özetlemişlerdir. Beş gün aralıksız geceli gündüzlü süren en büyük Meydan Savaşı”nın gerçek içeriği bugün verilen açıklamalardan fazla, yarın tarihin hakemleri tarafından, araştırmacıların inceleme araştırma ve kararları okunduğu zaman daha açık, daha belirgin bir şekilde anlaşılacaktır. Beni milletim, Türk milleti, güvenine lâyık görerek bu hareketlerin başında bulundurdu. Bu görev ve işimin mutlu anısını duygulanarak sevinçle ve gururla saklıyorum. Görevlerini milletin vicdanından gelen gerçek ihtiyacına, yalnız onun yüksek fikrine uygun olarak yapmış olanlara özel bir vicdan rahatlığı ile bugün önünüzde bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem.

Atatürk Dumlupınar'da...
Efendiler, tıpkı bugün gibi otuz sekiz yılı Ağustosu’nun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman on birinci tümenimiz şu karşıki tepelerde savaşa zorunlu kılınan düşmanın ana kuvvetine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal Köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren itici gücün ne olduğunu anlatmak için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim: 29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi hareketleri şubesi Müdürü Tevfik Bey, alışıldığı gibi o saate kadar çeşitli karar merkezlerinden ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden belirlediği ve gösterdiği genel durumu cephe komutanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da hemen Paşa’ya göster emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti. Karahisar’da Belediye dairesinde bana ayrılan odada yatmaktaydım. Beni uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım, hemen yataktan fırladım. Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şuydu ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetini kuzeyden, güneyden, batıdan kuşatmaya uygun bir durum almış bulunuyorlardı. Şu halde düşündüğümüz ve en büyük sonuçları sağlayacağını beklediğimiz durumlar ortaya çıkıyordu. Hemen Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim; üçümüz toplandık. Durumu bir daha düşündük ve kesinlikle karar verdik ki, Türk’ün gerçek kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır. Bu karara göre ordulara yeni emir yazıldı. (saat 6.30 öncesi) Fakat durum o kadar önemli, o kadar hız ve şiddet istiyordu ki, bu yazılı emirlerle yetinmek önlemi uygun olmazdı. Onun için Fevzi Paşa’dan, Altıntaş ve güneyinden hareket eden ikinci ordumuzun ve bunun daha batısında bulunan atlı kolordumuzun yanına giderek düşüncemize göre hareketleri düzenlemesini kendilerinden rica ettim.

Dördüncü kolordusu ile amaçladığımız düşmanın büyük kısmını güneyden izleyen birinci ordu merkezine de kendim gidecektim. İsmet Paşa’nın merkezde kalıp genel durumu yönetmesini uygun gördüm. Fevzi Paşanın kuzeye hareket ederken ben de otomobil ile tren yolunu izleyerek batıya hareket ettim. Akçaşar’da birinci ordu merkezine saat 9’dan önce varmıştım. Ordu komutanına bir taraftan cephenin yazılı emri emanet edilirken, ben de kendisine sözlü olarak durumu anlattım ve dördüncü kolordunun bütün tümenleriyle birlikte şiddetle, işte bu köyün, Çal Köyü’nün batısındaki düşmanın büyük kısmını kuşatacak şekilde savaşa zorlamasını emrettim. Ve ekledim ki, düşman ordusu mutlaka yok edilecektir. Ordu komutanı benim yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemâlettin Sami Paşa’yı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu bildirdi. Bir süre bu merkezde kaldım. Sürekli olarak gelen çeşitli rütbedeki esir subaylarla görüştüm. Bunlardan biri kurmay subay idi. Zavallı, verdiği bilgiler ışığında istemeyerek başkomutan görevini alan General Trikopis’in ve İkinci Kolordu Komutanı General Digenis’in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu söylemiş oldu. Hemen yanımda bulunan ordu komutanına: Kemâlettin Paşayı bulunuz, kendisine Trikopis’le beraber bütün düşman generallerini mutlaka esir etmesini söyleyiniz dedim. Bu emir hemen telefonla bildirildi. Zavallı esir subay benim bu emrimi işitir işitmez sunduğum çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi. Daha fazla bu ordu merkezinde kalamazdım. Savaş durumunu gözümle görmek benim için karşı konulmaz bir ihtiyaç oldu. Ordu komutanını da yanıma alarak Dördüncü Kolordu Komutanının bulunduğu şu yöndeki bir tepeye geldik. (Arpalık civarında).

Atatürk Dumlupınar'da...
Çal Köyü batısında ve kuzeyinde patlayan topların gürültülerini işitiyordum. Oradan durumu dürbün ile gözlemeye uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kesin bir zorunluluk ve ihtiyaç duyuyordum ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek gereklidir ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık bu tepeye gelen yola girdik. Ara sıra yolumuzun soluna düşman mermileri düşüyordu. Dördüncü Kolordu’nun tümenleri doğudan batıya yolumuzu katederek hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Biraz önce dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk. Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve düşmanın inatla savunduğu savaş alanlarına, süngü saldırılarıyla girerek kesin bir sonuç almak gerekliydi. Bunun için bütün ordunun büyük özveriyle ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta gizliliğe bakmaksızın, ateş alanlarına girip düşman alanlarını sarsmasını istiyordum. Yanımdaki komutanlar bu görüşümü anlar anlamaz hemen ve en sinirli bir şekilde harekete geçtiler. Yazık ki şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir atlı subayına birkaç kelime not ettirerek düşman alanlarını kuzeyden saran ikinci orduya gönderdim. Ve sözlü olarak burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu subay görevini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek bilgi de vermişti. On birinci tümenin kahraman komutanı Derviş Bey, kendi ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman alanına ilerliyordu. Kolordu Komutanı Kemâlettin Paşa, güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı diğer tümenlerine yeniden şiddetli ve hızlı hareketler için emirlerini ulaştırıyordu. İkinci Ordunun on altıncı ve altmış beşinci tümenleri düşmanla gerçek savaşa girişiyorlar, diğer tümenleri de kuşatma çemberini daraltıyorlardı. Bunları görüyordum. Atlı kolumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren atlı subay söylemişti.
Arkadaşlar!

Saat ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: Düşman başkomutanının şu karşıki tepede son gücüyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman alanlarında büyük bir heyecan ve telaş vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü kabiliyet kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen vurucu hatlarımızın, batışa yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman alanlarını saran bir çember üzerinde yer almış olan bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman alanlarını, içinde durulmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu. Bir zaman sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi. Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara saldırdılar. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Tam olarak yok olmuş perişan bir arta kalan kitle bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu. Artık gecenin koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu.
Efendiler, ertesi gün tekrar bu savaş alanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin yüceliği ve buna karşılık düşman ordusunun düşürüldüğü felâketin büyüklüğü beni çok duygulandırdı. Karşı sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün kapalı kalmış yerler bırakılmış toplarla, otomobillerle ve bitmez tükenmez donatım ve malzeme ile ve bütün bu bırakılan şeylerin aralarında yığınlar oluşturan ölülerle ve toplanıp merkezlerimize gönderilmekte olan sürü sürü esir gruplarıyla, gerçekten bir kıyamet yerini andırıyordu. Bu dar ateş ve saldırı çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik arta kalanlardan oluşmaktaydı. Fakat onlarda daha büyük Türk çemberi içinden çıkmağa başarılı olamayarak başlarında başkomutanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeğe zorunlu olmuşlardır.

Efendiler, Ağustosun otuz birinci günü yaklaşık öğle vaktiydi ki, yine bu Çal Köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki durumu düşündük. Kazandığımız meydan savaşının bütün seferi sona erdirebilecek bir kararlılık ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa yönünde çekilen düşman kuvvetlerini yok etmekle birlikte, bütün orduyla dinlenmeden İzmir’e yürüyecektik.

Efendiler, bugünden sonra İzmir’de “Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara”yı görmek için 8-9 günlük bir zaman yeterli gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki bugüne, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal Köyü’ne gelebilmek için yalnız Sakarya’dan başlayarak harcadığımız zaman tam bir yıldır. Fakat bu belirlediğimiz zaferi hazırlayabilmek için bir yılı çok bulmazsınız sanırım. Çünkü efendiler, savaş ve özellikle meydan savaşı yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı milletlerin tüm varlıklarıyla, ilim ve fen sahasındaki dereceleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün maddî ve manevî güç ve iyi huylarıyla ve her türlü araçlarla çarpıştığı bir sınav sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Sonuç yalnız beden gücünün değil, bütün kuvvetlerin, özellikle ahlâkî ve kültürel kuvvetin yükselmesini gerçekleşme derecesine vardırır. Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığı ile yenilmiş sayılır. Böyle bir sonun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edersiniz. Yok olup gitmek, yalnız savaş sahasında bulunan orduya ait kalmaz. Asıl ordunun ait olduğu millet, korkunç sonlara uğrar. Tarih, başlarındaki hükümdarların, hırslı politikacıların birtakım hayalî isteklerle, aracı yerine düşen işgalci orduların, işgalci milletlerin uğradığı bu şekil korkunç sonlarla doludur.

Atatürk Dumlupınar'da...
Efendiler, Türk vatanını almak düşüncesini, Türk’ü esir etmek hayalini genel, ortak bir düşünce haline koymağa çalışanların da hak ettikleri sondan kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük. Efendiler, kendilerine bir milletin geleceği emanet edilen adamlar, milletin kuvvet ve gücünü yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve kabul edilir yararlar elde etmesi yolunda kullanmakla sorumlu olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirip işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine hükmetmek için yeterli değildir. Bir milletin ruhu baskı altına alınmadıkça, bir milletin kararlılığı ve iradesi kırılmadıkça, o millete hükmetmenin imkânı yoktur. Halbuki yüzyılların çocuğu olan bu millî ruh, kalıcı ve sürekli bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz.

Hükmedilmek istenmeyen bir milleti, esaret altında tutmayı başaracak kadar kuvvetli zorbalar artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti son çarpışmalarıyla, özellikle burada kazandığı zaferle, kazandığı kararlılık ve irade ile herkesçe bilinen bu gerçekleri bir defa daha tarihin sinesine çelik kalemle kazımış bulunuyor.

Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasını oluşturur. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir yön vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırılmış oldu. Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin sonsuz koruyucularıdır. Burada gerçeklerini söylediğimiz “Şehit Asker” âbidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, özverili ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu âbide Türk vatanına göz dikeceklere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, gücü ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.

Efendiler, bu büyük zaferin çeşitli unsurları üstünde en önemlisi ve büyüğü, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır. Bu olayın tarihimizde ve bütün dünyada ne büyük, ne verimli bir inkılâp olduğunu anlatmaya gerek görmem. Milletimizin uzun yüzyıllardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların yönetim ve baskısı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını sağlama yolunda ne kadar büyük felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin egemenliğini eline almış olması olayının, bütün büyüklüğü ve önemi gözleriniz önünde canlanır. Gerçi büyük zaferin ertesi gününe kadar İstanbul’da halife ve sultan adı altında bir şahıs ve onun işgâl ettiği hilâfet ve saltanat ünvanı ile bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini hak ettikleri sona ulaştırdı.

Efendiler, millî egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş olan kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Avrupa’nın ortasından, ta doğunun diğer ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hak ettiği sonu daha güzel anlayabiliriz.

Arkadaşlar, saraylarının içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla birleşerek Anadolu’nun, Türklüğün karşısında yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından sürülmeleri, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. Türk milletinin atalarının kutlu emâneti olan bu topraklarda tam anlamıyla efendi olarak yaşaması; ancak o lüzumsuz ve manasız olmaktan başka, varlıkları tam zarar ve felâket olan makamların yok edilmesiyle mümkün olabilirdi.

Atatürk Dumlupınar'da...
Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği acıları, üzüntüleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar üzüntüler ve kötülükler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mutlu ve hür yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip kalmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün çocuklarını toplu ve dikkatli bulundurmak gereklidir.

Efendiler, yüzyıllardan beri inleyen, fakat baskıcıların, aldatanların, bilgisizlerin oluşturdukları engellerle yürek parçalayan sesini milletin kulağına duyuramayan zavallı vatan bugün diyor ki; can kulağınızı, bağrında en derin üzüntüler duymuş annenizin samimî sözlerine sürekli açık bulundurunuz. Efendiler, Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da hükmedici olma güç ve kabiliyetini göstermiş olan atalarımız, zamanında bu sesi duymaktan geri çevrilmemiş olsalardı; Türk topluluğunun, Türk idealinin, Türk çıkarlarının korunmuş ve çoğaltılmış olacağı anavatanı bugünkü parçalanmış şeklinde mi miras alırdık.

Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve hüner, yüksek medeniyet, hür düşünce ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, istiklâl, gerçek varlık... Vatan bu isteklerini tamamen ve hızla yerine getirmek için kurallı ve gerçek bir şekilde çalışmayı emreder.

Efendiler! Yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde giderebiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu düşünceyle hareket ederek her türlü kurtuluş ve mutluluk hedeflerine ulaşabiliriz.Bizim milletimiz vatan için, özgürlüğü ve egemenliği için özverili bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz yaptığı inkılâpların kararlı savunucusudur da. Benliğinde bu iyi huylar yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.

Efendiler! Milletimiz egemenliğini eline aldığı gün, bilmeyen kalmamıştır, en karanlık kötülüklerin, en derin uçurumu kenarında bulunuyordu. Maddî kuvveti yıprattırılmış, savunma araçları elinden alınmış, mânevî dünyası, kutsal saydıkları saldırıya uğramış üzücü bir durumda bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen varlığını ve istiklâlini kurtarmağa karar verdi. Bu kararında başarı sağlayabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket seçmesi gerekiyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde mutlaka başarı sağlamayı amaç kabul etmesi gerekiyordu. Millet bütün varlığıyla bütün özverililiğiyle, bütün inancı ile o hedefe beraber yürümeli ve mutlaka başarılı olmalıydı. Efendiler, o hedef burasıydı. Amaç olan başarı, burada kazanılan zafer idi.

Efendiler! Milletimiz bundan sonraki işinde de başarılı olabilmek için, millî hedefini bütün açıklık ve kesinlikle, bütün vatandaşların gözünde ve yüreğinde bütün parlaklığı ile belirlemiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin ideali olarak adlandırınız. Fakat bu ünvanı verirken dikkat ediniz ki, hayal olan bir anlama kendimizi kaptırmayalım.

Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlamı ile çağdaş bir sosyal toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, kıymeti, özgürlük ve kurtuluş hakkı, sahip olduğu öze uygun yapacağı çağdaş eserlerle mümkün olur. Uygar eser oluşturmak yeteneğinden yoksun olan milletler, hürriyet ve kurtuluşlarından ayrılmaya mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu söylediklerimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizliği ve dikkatsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.

Atatürk Dumlupınar'da...
Efendiler! Çağdaşlık yolunda başarı yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen alanında başarılı olmak için tek olgunlaşma ve yükselme yolu budur. Hayat ve dirliğe hükmeden emirlerin, zaman ile değişme, olgunlaşma ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşları, fennin harikaları, dünyayı şekilden şekile geçirttiği bir dönemde, yüzyıllık eskimiş düşüncelerle, geçmişe tapınmakla varlığını korumak mümkün değildir. Uygarlıktan söz ederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki, uygarlığın temeli, yükselmenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta kötülük, mutlaka sosyal, iktisadî, siyasal güçsüzlüğü gerektirir. Aileyi oluşturan kadın ve erkek unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile görevlerini idareye yeterli bulunmaları gereklerdendir.
Efendiler! Milletimiz burada belirlediğimiz büyük zaferden daha önemli bir görev peşindedir. O zaferin anlaşılması milletimizin iktisat alanındaki başarılarıyla mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, ekonomik açıdan zayıf bir yapı fakirlikten kurtulamaz, kuvvetli bir uygarlığa, refah ve mutluluğa kavuşamaz, sosyal ve siyasal felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin yönetimindeki başarı da, ekonomisinde edinilen bilgiler derecesiyle uygun olur. Hiçbir medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından önce iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklâl savunması için varlığı gerekli olan bütün kuvvetler ve araçlar ekonominin genişleme ve açılmasıyla mükemmel olabilir.

Milletimizin özünde bulunan kuvvetli karakter, sarsılmaz irade, ateşli milliyetçilik, iktisadî başarıdan kaynaklanacak verimlerle de hak ettiği derecede desteklenmek zorundadır. Yüzyılın içindeki mücadelede milletimizi başarılı kılacak bir ekonomik hayat sağlanmasını amaç edinen genel öğretim ve eğitim sistemlerimiz, her gün daha çok gelişecek ve elbette başarılı olacaktır.

Efendiler! Artık bugün hayat ve insanlık gerekleri bütün gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır. Bunlara karşı olan söylentiler ahlâk ve inanca uymaz. Gerçek ortaya çıkınca yalan ortadan kalkar. Boş sözler, uydurmalar kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve olgunlaşma yeteneği olan milletimizin, sosyal ve fikrî inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller derhal yok edilmelidir. Efendiler! Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum:

Gençler! Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile, insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız.

Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.

Arkadaşlar, bu gazilik ve şehitlik diyarını terk ederken “Şehit Asker”i hep beraber saygıyla selâmlayalım."

Kaynak: Hâkimiyet-i Milliye,: 31.08.1924

Damat Rüstem Paşa ve Kütahya'ya Bıraktıkları

 
Rüstem Paşa Medresesinin Yenilenmiş Hali - © 2014
"Olıcak bir kişinin bahtı kavi, tali yar
Kehlesi dahi mahallinde anın işe yarar"

Günümüz Türkçesi ile ''Bir kişinin bahtı açık şansı iyi olursa, onun biti bile işe yarar'' denilmektedir. Bu iğneli beyit Diyarbekir Beylerbeyi ve 3. Vezir Rüstem Paşa için söylenmiştir. Kanuni'nin kızı Mihrü-mah Sultan ile Paşa'nın evliliğini engellemek için ortaya atılan "cüzzamlıdır" iddiasının ne derece doğru olduğunu anlamak için Paşa'ya gönderilen kişilerin Paşa'da bit görmesi ve "cüzzamlıda bit bulunmaz" kanısı sonucu iddia düşmüş ve her halde bir bitin bir kişiye sağlayabileceği gelmiş geçmiş en büyük fayda sağlanmış olmuştur. Paşa, Sultan'a damat olup ve hızla yükselerek sadrazam olmuştur. Akabinde de imparatorluğun gelmiş geçmiş en zengin kişisi. Acaba nasıl? (!) Neyse işin o kısmı şimdilik konumuz dışında.

Fakat biz Kütahya açısından bakacak olursak biraz daha geriye gitmemiz gerekecek. Diyarbekir Beylerbeyliği öncesi Paşa kısa bir dönem de olsa Kütahya'da Anadolu Beylerbeyliği görevini yapmış ve akabinde Kütahyamıza bazı eserler bırakmıştır. Bu eserler hemen hemen hepimizin bildiği Balıklı Hamamı ile yakın bir zaman önce restore edilerek ayağa kaldırılan Rüstem Paşa Medresesi'dir.
Bu eserlerden Balıklı Hamamı 1549 yılında yaptırılmıştır. Aslında bu tarih Paşa'nın Mihrü-mah Sultan ile evliliğinin 10. yılına tekabül eder. Ayrıca bu dönemde Paşa'nın Sadrazamlık makamında olması gerektir. Buradan yola çıkmakla eserin Paşa'nın gıyabında tamamlandığı söylenebilir. Erkekler ve kadınlar olmak üzere iki kısımdan oluşan ve halen kullanımda olan hamamın kitabesi şöyledir:

“Hazreti paşayı Rüstem nam içün
Sahibülihsan vel inam içün
Kudreti halikle ta Balıklıda
İki hamam oldu bir akarsuda
Dedi tarih ona bir hazır cevab
Pâk eder yur arıdır napâkı ab
h.956 (1549 m.)”

Medreseye gelince, orada da aynı durum söz konusudur. 1550 yapım tarihli medrese de Paşa'nın gıyabında yapılsa gerektir ki Paşa bu tarihte sadaret makamındadır. Fakat Anadolu Beylerbeyliği makamında farklı bir Paşa oturmasına karşın Kütahya Sancak Valiliği'nde Şehzade Beyazıd o dönem Kütahya'dadır. Hürrem Sultan'ın oğullarının sancaklarına gidip onları sık sık ziyaret ettiği bilinmekle birlikte, bu ziyaretler sırasında Paşa'nın ve hanımının refekati ihtimali olmakla birlikte bu eserler bu olayların hatıraları da olabilirler. Fakat şu an için bu yorumumuz sadece bir iddiadır. Medrese 1930'lu yıllarda harabe olduğu gerekçesiyle yıktırılarak yeri otopark yapılmıştır. Fakat taç kapısının günümüze dek korunması ve kitabesinin de önceleri müzeden İsmail Hakkı Uzunçarşılı merhum tarafından bulunması sonucu yakın zamanda aslına uygun restore edilerek bir kültür merkezi haline getirilmiştir.

Kitabe:

"Osmanlı Devletinde Süleyman Han zamanında
Ulu medrese o yapının uhdesi ortaya çıkdığında
Hayırla tamamlandı.
Ey Asaf-ı Rüstem Allah adına makbul olsun
Allah rızası uğruna ve Allah için bir bina yapıldı
Onun için tarih olarak 'fel medrese'til ulya' " (1550 m.)

Bir Mahzun Beylerbeyi: Karagöz Ahmed Paşa

Karagöz Ahmed Paşa Türbesi
Kütahya Osmanlı döneminde yaklaşık dört asır Anadolu Eyalati'nin başkentliğini yapmış bir şehirdir. Hemşehrimiz Evliya Çelebi meşhur seyahatnamesinin 9. cildinde Kütahya'yı "Kütahya Anadolu Eyaleti'nin tahtıdır, vezarettir. Mısır, Bağdat ve Budin vezirlerinden başka bütün vezirlerden üstündür", diye anlatmıştır. Nitekim Kütahya'da Anadolu Beylerbeyliği / Valiliği yapan nice paşalar sonunda vezir-i azamlığa yükselmişlerdir. Yönetimde ve orduda önemli bir yere sahiptir şehrimiz.
Anadolu Beylerbeyliği kurulduğu 14. yüzyıl sonundan itibaren ortalama 100/120 yıl gibi süreyle mirimiran payeli, rumeli beylerbeyi payeli ve vezir payeli idarecilerce yönetilirken akabinde vezir (en yüksek mülki rütbe) rütbeli yöneticilirle yönetilmiştir.

Sultan II. Beyazıd döneminin sonlarına doğru Anadolu Beylerbeyliği vazifesi Karagöz Ahmet Paşa'dadır. 1505 veya 1506 tarihinde devraldığı vazifeyi layıkıyla yapmaya çalışan Paşa, 1511 yılında patlak veren Şahkulu isyanını bastırmakla görevlendirilmiş ve düşmanın üzerine gönderilmişti. (Şahkulu İsyanı hakkında geçmiş paylaşımlarda bilgi vardır.) Fakat Paşa'nın asi grubu küçümseyerek az bir kuvvetle karşılarına çıkması hazin sonu da beraberinde getirmiştir. Kütahya kuvvetleri ilk etapta asileri dağıtır gibi gözükse de askerlerin yağmaya kalkışması sonucu fırsatı değerlendiren asiler ani bir saldırı ile Paşa kuvvetlerini dağıtmıştır. Paşa Şahkulu asisine esir düşmüş ve beraberinde Kütahya önlerine getirilmiştir. Kale dışında kalan tüm şehir bu asi güruh tarafından yağmalanmış ve yakılmıştır. Fakat Kütahya Kalesi son derece korunaklı olduğu için asi grup ne yaptıysa kale düşmemiş ve direnmiştir. Buna sinirlenen asiler kale önünde Karagöz Ahmet Paşa'yı şehit etmişlerdir. (M.1511) Ne hazindir ki bilindiği kadarıyla Paşa'nın eşi bu esnada kalededir. Paşa'nın idamı sonrası cesedi kazığa vurularak korku salmak üzere teşhir edilmiştir. Fakat kale yine de düşmemiş fakat Kütahya mahalleleri yakılıp yıkılmıştır.

Sonrasında da çok ocak söndüren Şahkulu asisi en sonunda yenildiğinde ortaya çıkan tablo çok farklıdır. Kendisinden büyük iki ağabeyi bulunan sert mizaçlı Şehzade Selim'in eli bu Alevi isyanları ve zor bastırılmaları nedeniyle güçlenmiş, nitekim sonunda zorla da olsa tahtı devralmıştır.
Paşa'nın Kütahya'da yarım kalan imaretleri muhterem eşi tarafından tamamlanmıştır. Paşa'nın cenazesi Ahırardı Mezarlığı'na defin edilmiş ve üzerine yine eşi tarafından bir açık türbe yaptırılmıştır. Paşa'nın şehit edilmesinin ardından makamı altı ay boş kalmıştır. Yerine devşirme Yunus Paşa namzet olmuş, daha sonra Rumeli Beylerbeyliği'ne oradan da vezir-i azamlığa yükselmiştir. Fakat sonunda O'nu da Yavuz Sultan Selim Mısır seferi dönüşünde sızlanmaları neticesi idam ettirmiştir.

Paşa'nın imaretlerinin pek çoğu malesef günümüze gelememiştir. Cami, medrese ve mektep şeklinde yapılan yapı bloğundan sadece camii günümüze ulaşmıştır. Şehir merkezinde çarşı içinde bulunan bu camii çeşitli dönemlerde bakımlar geçirmiş olup halen hizmet vermektedir. Menzil Hanı'nın sadece giriş kapısı ve kitabesi günümüze ulaşabilmiştir. Kendisini görmek nasip olmayan bu hanın azametini Evliya Çelebi'den öğreniyoruz. Ayrıca bir de Paşa'nın kabrinin bulunduğu açık türbe günümüze ulaşabilmiştir.

Şimdi gelelim neden 'Mahzun Beylerbeyi' dediğimize. Paşa'nın kabri Kütahya merkezindedir ve asıl konumuz işte bu kabirdir. Altı direk üzerine oturtulmuş altıgen ve kubbeli bu yapı içerisinde Karagöz Ahmet Paşa ve hanımının kabirlerini bulundurur. Bu alan eski adıyla Ahırardı Mezarlığı olup oldukça eski biz mezarlıktır. Fakat ne hazindir ki bu alan günümüzde dört bir yanı telle çevrilmiş olup Kütahya Belediyesi tarafından depo olarak kullanılmaktadır. Mezarlığın alameti kaybolmuş vaziyettedir. Sadece Paşa'nın türbesi ve 15/16. yy.'dan kalma bir genç kız mezar taşı ayakta. Onlarda artık bu bakımsızlıkla ne kadar giderse! 1511 tarihli bu yapı 1961 ve 1980 yılında iki defa restore edilmesine karşın bugün içler acısı durumdadır. Fotoğraflamak için yaptığım son ziyaretimde Paşa'nın betondan yapılmış sanduka sarığını (belki başka bir mezara da ait olabilir zira oldukça geride bulmuştum) sağdan soldan toplayarak 2012 senesinde yerine yerleştirdim. Sıvalar atmış, zemin toprak altında kalmaya başlamış ve en önemlisi artık bu alandan ayak kesilmiş! Cumhuriyet devri restorasyonlarında geçtiğimiz gün aramızdan ayrılan merhum Ahmet Yakupoğlu'nun himmetleri vardır.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yaklaşık dört asır beylerbeylik merkezi olan Kütahya'da bu sıfatla medfun bilinen tek kişidir Karagöz Paşa. Paşa kabri çokdur Kütahya'da fakat Anadolu beylerbeyi kabri örneği tekdir. Bu yönden de farklı bir öneme sahiptir yani. Fakat sahip çıkmıyoruz yada çıkamıyoruz ne yazık ki. En büyük nedeni bilmemek, onun sebebi de okumamak. Belediye nezdinde 2012 senesinde bir girişimde bulunmuştum. Akabinde eski başkan Mustafa İça'da Twitter üzerinde geçtiğimiz yıllarda türbeye eğileceğini belirtmişti. Hiç biri olmadı ne yazık ki. Umarım yakın zamanda kabrinin bakımı yapılır ve ziyaret olanağı sağlanır.

Sözlerimi Ziya GÖKALP'ten bir alıntı ile bitirmek istiyorum.
"...
Diride olmazsa ölüye hürmet,
Şen'i kaybedip dağılır ümmet.
Ölüye yapmadık güzel kabristan,
Güzellikten mahrum kaldı bu vatan!
Babanın kabrini saydın haile,
Bu yüzden bozuldu evde aile.
..."

Saygılar...
21.01.2012 Cumartesi (Güncellenme Tarihi: 04.10.2016 Salı)

Not: 2017 senesi itibariyle türbe restorasyona alınmıştır.

Anadolu Muhasebecisi Hüseyin Efendi'nin Kabri

Eyüp Sultan'daki Hüseyin Efendi'nin Mezarı  
Hakkında Sicill-i Osmani'de mezar taşında yazandan fazlaca birşey yoktur. Osmanlı Devleti ricalinden olmakla son görevi olan "Anadolu Muhasebeciliği" görevindeylen hicri 1026 miladi 1617 senesinde vefat etmiştir. Hüseyin Efendi'nin ünvanında her ne kadar Kütahya'nın merkezi olduğu Anadolu Eyaleti'nin adı varsa da bu makam Kütahya merkezli bir makam değildir. Aynen Anadolu ve Rumeli kazaskerleri gibi Anadolu ve Rumeli muhasebecileri mevcuttur.

Hüseyin Efendi'nin kabrinin fotoğrafını burada paylaşmamızın nedeni daha evvel Kütahya'dan bir örnek olarak paylaştığımız Osman Efendi'nin mezar taşındaki "Anadolu" kelimesi ile Hüseyin Efendi'nin mezar taşında yazan "Anadolu" kelimesinin yazılışlarındaki farkı belirtmektir. Kütahya örneğinde "Anadolu" kelimesi "do" hecesindeki kalın sesi belirtmek adına o dönemin kabul gören ve günümüzde de öğretilen biçimi üzere "Tı" harfi ile yazılmıştır. Bu taş 1826 tarihlidir. Fakat Hüseyin Efendi'nin hemen hemen 200 yıl daha öncesine ait mezar taşında muhtemelen o dönemdeki kullanım biçmlerinden olmak üzere "Anadolu" kelimesi "dal" harfi ile yazılmıştır. Buradaki amaç araştırmacıları "Anadolu" kelimesini her iki yazılışından da haberdar etmektir.

Mezar taşı kitabesi:

Ruhi'çün fâtiha.
Kad intikale'l-merhûm
El-mağfûr el-muhtâc ilâ rahmetillâhi teâlâ

Anadolu muhasebecisi Hüseyin Efendi - Sene 1026 (M.1617)